
Adıyaman Düğünü










Mahmut Bal ile ilk defa 1984 yılında Erzurum’da tanışmıştık. Adıyamanlı, temiz, dürüst ve pırlanta gibi genç biriydi Mahmut. Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kayıt yaptırmıştık.
Okulun açıldığı ilk günde, dersleri işleyeceğimiz sınıfın önünde sohbet ediyorduk. Kıbrıs’tan geldiğimi öğrenince şaşırmıştı: “Gardaş, Kıbrıs nere, Erzurum nere? Arada deniz, dağ, ovalar, şehirler var. Kıbrıs’a daha yakın bir yere gitsen olmaz mıydı? Mersin, Adana, Antalya gibi” demişti. “Bizim için her yer aynı. Vatanın her karış toprağı bizim için kutsaldır. Önemli olan okumak ve halka en iyi şekilde hizmet etmek” demiştim. “Vay benim gardaşım! Ne güzel gonuştun öyle. Gel sana bir sarılayım.” demişti. Ondan sonra bir daha da hiç ayrılmadık Mahmut ile…
4 yılımız hep birlikte geçti. Acımızı, derdimizi paylaştık. Anadan, babadan uzaktık. “Gurbet acı” derler ya, biz o acıyı en şiddetli şekilde yaşamıştık.
Gün oldu, parasız kaldık. Gün oldu, aç kaldık. Gün oldu, hasta olduk. Gün oldu, neşelendik. Gün oldu, üzüldük. Gün geldi, çeyrek ekmeğimizi, bir tas çorbamızı paylaştık. Gün geldi, cebimizde kalan son parayı kuruşu kuruşuna kardeş payı ettik.
Dört yılın sonunda mezun olup ayrılırken ağlaya ağlaya ayrıldık. Birbirimize sarılmış, kenetlenmiş ve bir türlü kopamamıştık.
Ah o yıllar! İnsan unutamıyor bir türlü. Hep o yıllarda kalıyor. Gözler bazen buğulanıyor. Yaşlar aşağı doğru süzülüyor. İnsan, özlemle o günlere tekrar geri dönüyor.
Kaç yıl oldu ayrılalı bilmiyorum. 30 yılı geçmiştir. Bu süre içinde kısa da olsa bir iki defa görüşmüştük. Ama içimizdeki o özlem hiç bitmemişti.
Bir gün Mahmut telefonla aradı: “Gardaş, Oğlanı evlendiriyorum. Çok uzaktasın ama seni davet etmesem içim rahat etmez. Uyarsa beklerim. Ama yok, çok uzak, ben gelemem dersen de canın sağ olsun. Hiç gücenmem bilesin.” dedi.
“Ne demek?” dedim Mahmut’a: “Benim gardaşım oğlan evlendirecek de ben gitmeyeceğim öyle mi? Ya Mahmut, senin düğününe gitmem de kimin düğününe giderim gardaş. Sen, benim gardaşlarımdan da ötedesin. Senin düğününe gelmemem için ancak ölüm olması gerekir.” dedim.
Çok sevindi Mahmut. Tarih verdi. Ertesi gün hemen gidip Gaziantep’e bilet aldım. 12 Ekim’de sabah saat 10.00’da Antep Havaalanında olacaktım. Mahmut: “Ben oğlanı gönderirim, seni alırlar.” dedi. “Gerek yok, ben gelirim.” dediysem de dinlemedi.
O gün küçük oğlu Yunus İle Damadı gelip beni Havaalanından aldılar. Sohbet ede ede Adıyaman’a hareket ettik. Her ikisi de çok efendi, çok saygılı idiler. Yunus, öğrenci idi, okuyordu. Damat, Üniversite mezunu. Öğretmen kökenli. Ama o polislik mesleğini tercih etmiş. Polis olmuş. Tatvan’da polis memurluğu yapıyor.
Uzun uzun konuşuyoruz. Ben, üniversite yıllarımızdan söz ediyorum. Mahmut ile yaşadığımız komik maceraları dile getiriyorum. Çektiğimiz dertleri, acıları, sıkıntıları anlatıyorum. Ve bütün bunların bizi birbirimize sıkı sıkıya bağladığını, bu nedenle ayrılmaz, kopmaz bir bütün olduğumuzu anlatıyorum.
Birkaç saat sonra Adıyaman’a giriyoruz. Bu, benim Adıyaman’a üçüncü gelişim. İlk defa üniversite birinci sınıfta iken Kıbrıs’tan okula giderken gelmiş, Mahmut’un Köyü’nde misafiri olmuştum. Halk arasında “Zey Köyü” olarak bilinen bu köyün diğer adı “İndere Köyü” idi.
Zey Köyü, Adıyaman’a 7 kilometre kadar uzaklıkta bir mesafedeydi. Arada kocaman, bana dağ gibi görünen, bir tepe vardı. O zamanlar bu tepe, ben, yine de dağ demek istiyorum, kuş uçmaz, kervan geçmez bir taş ve toprak yığını idi. Taştan, çakıldan ve kurumuş bir iki ağaçtan başka bir şey görünmüyordu.
Adıyaman’dan gidebilmek için bir araç bulamamıştım. Köy yolu taşlık ve bozuk diye hiçbir araç gitmiyordu bu köye. Sadece bir taksi şoförü: “Gardaş, oranın yolu bozuk. Kimse aracını o yola vurmaz. 10 lira kazanacağım diye, yüz lira zarar etmek istemez. Ama fiyatın iki katını verirsen ben seni götürürüm. Bunu da fırsatçılık olarak görme. Neticede aracım zarar görecek.” demişti. Ben de çaresiz kabul etmiştim.
Köy, genelde taş ve topraklardan yapılmış evler ile doluydu. Ortadan bir dere geçiyordu. Köyün hemen girişinde bir ilkokul vardı. O zamanlar için bu modernlik, gelişmişlik anlamına geliyordu. Çünkü birçok köyde ilkokul dahi yoktu.
İlk dikkatimi çeken evler olmuştu. Birçok kişi damlarda büyük bir taşa bağlı bir ipi sıkıca tutup çekiyordu. İpin arkasında büyük, uzun, yusyuvarlak, dönen büyük bir taş bağlıydı: “Bu ne?” dediğimde Mahmut: “Bunlar toprak düzeltme taşı. Bazı yerlerde loğ diyorlar. Haftada birkaç kez bu taşlar, damın üzerinde gezdirilerek toprak sıkıştırılıyor. Böylece yağmurlu havalarda evin akması önleniyor. Eğer bu işi yapmazlarsa evin damı, mutlaka akar. Odalar su ile dolar” demişti.
Sonra köy camiine vardığımızda caminin yanında akan derede köylü kadınların çamaşır yıkadıklarını görmüştüm. Mahmut: “Köylüler, çamaşırını hep burada toplu halde yıkar. Şu, yan yana gördüğün kulübeler de umumi hela. Yani köylülerin ortak olarak kullandıkları tuvalet” demişti. “Tuvaletler niye evlerde d














